Firavun kelimesi, Eski Mısır dilinde “büyük ev” anlamındaki per’aodan (per‘aâ) gelmektedir. Akkadca’ya pir’u, İbrânîce’ye par’o (far’o) şeklinde geçen kelime Tevrat’ın Yunanca tercümesinde faraô olarak karşılanmıştır; günümüz Batı dillerinde ise pharaoh (İng.), pharaon (Fr.) ve pharo (Alm.) şeklinde kullanılmaktadır. Fir‘avn (çoğulu ferâine) kelimesinin Arapça’ya İbrânîce’den veya Süryânîce’den geçtiği ileri sürülmektedir (Jeffery, s. 225).
Mısır’daki eski imparatorluk döneminden (yaklaşık m.ö. 2400) itibaren rastlanan bu kelime aslında krallık sarayını ve orada oturanları ifade ediyordu (EUn., XII, 915). XVIII. sülâle dönemi ortalarına kadar firavun Mısır kralının lakabı olarak değil “saray” anlamında kullanılmıştır (Erdem, s. 7). Per’ao kelimesinin “kral” anlamında kullanılışına ise milâttan önce 1370’lere doğru yazılan metinlerde rastlanmaktadır. XXII. sülâleden önce, kralın adı zikredilmeksizin kullanılan bu kelime söz konusu sülâle dönemi (m.ö. 950-730) metinlerinde kralın adının başında bir unvan olarak yer alır (IDB, III, 773; EJd., XIII, 359; EUn., XII, 915).
Eski Mısır inancında firavun hem kral hem de tanrının oğlu ve dolayısıyla tanrıdır. Eski Mısır mitolojisine göre yeryüzünün ilk kralı yer tanrısı Geb (Jeb) idi. Ondan sonra oğlu Oziris Mısır ülkesini idare etmiş, Oziris’in öldürülmesi üzerine krallık onun oğlu olan gök tanrısı Horus’a geçmiştir. Başlangıçta firavunlar, Mısır’ın hükümdarı olan Delta bölgesi tanrısı Oziris’ten geldiklerine inanmakta iken daha sonra Horus firavunların kendisinden geldikleri tanrı niteliğini kazanmış ve firavunlar Horus’un yeryüzündeki temsilcileri sayılmıştır. III. binli yılların başlangıcında Güney Kralı Menes Delta’yı da idaresi altına almış ve Menes’ten başlamak üzere firavunlar Tanrı Horus’un tecessüm etmiş şekli olarak kabul edilmiştir. Bu inanca göre, ölen her firavun Tanrı Oziris’le özdeşleşmekte ve yeni bir hayata başlamakta, halefi olan firavun ise Horus’un himayesine girmektedir.
V. hânedan dönemine kadar (m.ö. 2600-2500) Horus’un oğlu olarak Mısır’ı yöneten firavunlar bu hânedan döneminde Tanrı Rê’nin ön plana çıkmasıyla birlikte Rê’nin oğlu ve yeryüzündeki temsilcisi olarak ilân edilmişlerdir. O zamana kadar firavunların Horus’tan geldikleri kabul edilirken buna bir de “Rê’nin oğlu” unvanı eklenmiştir. Yine bu dönemde, ölen firavunların ölüler diyarının tanrısı Oziris’in yanında kalacağı inancı terkedilmiş, tanrı Rê’nin, oğlu firavunu ölüler diyarından kurtardığı kabul edilmiştir. Buna göre ölen firavunlar Duat’a (yer altı dünyası) indikten ve orada geçici bir süre kaldıktan sonra Rê tarafından kurtarılmakta, güneş diskiyle kaynaşarak ölümsüzlüğe erişen firavun, Rê’nin gece ve gündüz devam eden yolculuğuna katılmaktadır. VI. hânedan döneminde firavunun öldükten sonra Tanrı Rê’ye kavuştuğu ve tanrının gemisinde gökte dolaştığı kabul edilmiştir.
Orta imparatorluk döneminde (m.ö. 2080-1785) XII. hânedanla birlikte ön plana çıkan Tanrı Amon Rê ile özdeşleştirilmiş ve Amon-Rê şeklini almıştır. V. hânedandan itibaren firavunların Tanrı Rê’den geldikleri, onun oğlu oldukları kabul edildiği gibi bundan böyle Amon-Rê’nin firavunların kutsal babası olduğu öne sürülmüştür. XVIII. hânedan döneminde firavunların Tanrı Amon’un yeryüzündeki “ka”sı (ikinci ben) olduğu, onun izniyle yönetime geldiği, bütün işlerinde firavunları yönlendiren yüce tanrı ve firavunların gerçek babası olduğu kabul edilmiştir.
Yeni imparatorluk dönemine ait metin ve tasvirler ise Amon-Rê’nin, tahtın meşrû vârisini meydana getirmek üzere kraliçe ile birleşmek için firavun şeklini aldığını ayrıntılı bir şekilde göstermektedir. Bundan dolayı doğan çocuğun damarlarında ulûhiyyet kanının dolaştığına inanılıyor ve bu kanın saflığını korumak için firavunun kendi kız kardeşiyle evliliği oldukça sık uygulanıyordu. Firavunların kız kardeşleriyle evlenmelerinin bir başka sebebi de Tanrı Geb (yer) ile Tanrıça Nout’un (gök) çocukları olan Osiris ve İsis’in mitolojik evliliklerini taklit etmekti.
Eski Mısır inancında firavun, yeryüzündeki düzenin muhafaza ve devamından sorumlu olduğu gibi dinî hayatın da en önemli ve yetkili kişisiydi. Ülkenin bütün mâbedlerinde ibadet onun adına yapılıyordu. Bütün Mısır onundu ve idarî, adlî, askerî ve dinî yetkiler onun elindeydi. Gerektiğinde yetkilerinin bir kısmını vezirlere bırakıyordu. İnanışa göre firavun öldüğünde babası Tanrı Rê’ye yükseliyor, güneş kayığında ona refakat ediyordu. Daha tahta çıkışıyla yapımına başlanan krallık mezarı ise duruma göre oldukça büyük boyutlara ulaşabiliyordu.
Ahd-i Atîk’te, ilki Hz. İbrâhim’in eşi Sâre ile birlikte Mısır’a gidişi sebebiyle olmak üzere (Tekvîn, 12/15) otuz dokuz yerde sadece firavun unvanı zikredilmekte, iki yerde de firavun unvanı kralın adıyla birlikte yer almaktadır ki bunlar XXVI. sülâleye mensup Firavun Neko (m.ö. 609-593 [II. Krallar, 23/29; Yeremya, 46/21]) ve Firavun Hofra’dır (m.ö. 588-569 [Yeremya, 44/30]). Mısır krallarından dördü ise firavun unvanı olmaksızın sadece isimleriyle zikredilmektedir. 1. Şişak. Mısır dilinde “Şeşonk” diye adlandırılan bu firavun XXII. sülâlenin ilk firavunudur ve milâttan önce 945-924 yılları arasında hüküm sürmüştür. Hz. Süleyman’a karşı çıkan Yeroboam ona sığınmış, o da Filistin’i işgal etmiştir (I. Krallar, 6/14; II. Tarihler, 12/2-9). 2. Habeş Zerah. Yahuda (Yuda) Kralı Asâ’ya karşı savaşmış ve yenilmiştir (II. Tarihler, 14/9-15). Zerah’ın, XXII. sülâle firavunlarından Şişak’ın halefi Osorkon I (m.ö. 924-895) olduğu ileri sürülmektedir. 3. So. İsrail Kralı Hoşea’nın çağdaşı olan Mısır kralı veya Mısır ordusu başkumandanıdır (II. Krallar, 17/4). Eski Mısır dilinde “Sib’e” olarak zikredilir. 4. Tirhaka. Eski Mısır dilinde “Taharka” olarak geçer. Habeş sülâlesi de denilen XXV. sülâlenin üçüncü ve son kralıdır (II. Krallar, 19/9).
Ahd-i Atîk’te firavun unvanı ilk defa, Hz. İbrâhim’in karşılaştığı Mısır kralı için kullanılmaktadır (Tekvîn, 12/15). Ken‘ân diyarında kıtlık olunca Hz. İbrâhim eşi Sâre ile birlikte Mısır’a gider. Firavun Hz. İbrâhim’in eşi Sâre’ye göz koyar ve onu sarayına aldırır; fakat başına felâketler gelince Sâre’yi tekrar Hz. İbrâhim’e teslim eder (Tekvîn, 12/15-20). Hz. İbrâhim’in Mısır’a ne zaman gittiği ve muhatap olduğu firavunun Mısır krallarından hangisi olduğu bilinmemektedir.
Hz. Yûsuf’un yaşadığı dönemdeki firavuna gelince, eğer İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ önderliğinde Mısır’dan çıkışları milâttan önce 1225’te tahta geçen Menephtah’ın (Merneptah) saltanatının ilk yıllarında olmuşsa, Ahd-i Atîk’e göre İsrâiloğulları Mısır’da 430 yıl kaldıklarına göre (Çıkış, 12/40) onların Mısır’a gelişi milâttan önce 1655 yıllarında olmalıdır ki o dönemde Mısır’a Hiksoslar hâkimdi (IDB, II, 47). Bu takdirde Hz. Yûsuf Hiksoslar’a mensup bir kralın saltanatında Mısır’a gelmiş ve orada kraldan sonraki en önemli mevkiye yükselmiştir (bk. AZÎZ-i MISR). Ancak gerek Hz. Yûsuf’u Mısır’da yüksek mevkiye getiren, gerekse İsrâiloğulları’na baskı uygulayan ve Mısır’dan çıkışları sırasında iş başında olan firavunları isim veya dönem açısından tayin etmek güçtür (IDB, III, 774).
Milâttan önce 1570’te iş başına geçen XVIII. sülâle ile birlikte Hiksoslar dönemi sona erer ve yeni imparatorluk dönemi başlar. “Mısır üzerine Yûsuf’u bilmeyen yeni bir kral” çıkınca (Çıkış, 1/8) İsrâiloğulları baskı, zulüm ve sıkıntılara mâruz kalırlar. Firavun için Pitom ve Ramses ambar şehirleri inşa edilir. Bu iki şehrin II. Ramses tarafından yaptırıldığı ileri sürülmektedir (EJd., VI, 1047). Eğer bu bilgi doğru ise o takdirde İsrâiloğulları’na baskı uygulayan ve Hz. Mûsâ dünyaya geldiğinde tahtta bulunan Mısır Kralı II. Ramses’tir. Ancak İsrâiloğulları’na karşı baskının II. Ramses’in babası I. Séti döneminde başladığı da kabul edilmektedir. Ahd-i Atîk bu firavunun, İsrâiloğulları’na baskı uygulaması yanında erkek çocuklarının öldürülüp kız çocuklarının sağ bırakılmasını, daha sonra da erkek çocuklarının ırmağa atılmasını emrettiğini bildirir (Çıkış, 1/15-22). Bu firavun tarafından sarayda büyütülen Hz. Mûsâ kırk yıl sarayda yaşar (Resullerin İşleri, 7/23). Medyen’deki kırk yıllık ikametinden sonra (Resullerin İşleri, 7/30) geri döndüğünde önceki kral ölmüş, yeni bir kral tahta geçmiştir (Çıkış, 2/23). Ahd-i Atîk, Hz. Mûsâ’nın mücadele ettiği firavun ile daha önce İsrâiloğulları’na zulmeden firavunun farklı kişiler olduğunu belirtmektedir. Bu firavunun II. Ramses’in oğlu Menephtah olması muhtemeldir. Ancak İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ önderliğinde Mısır’dan çıkışlarıyla ilgili farklı tarihler verilmektedir. Hz. Mûsâ, İsrail’in Allah’ı (Yehova) adına İsrâiloğulları’nı salıvermesini istediğinde firavun, “Yehova kimdir ki İsrail’i salıvermek için onun sözünü dinleyeyim? Yehova’yı tanımam ve İsrâil’i de salıvermem” (Çıkış, 5/2) diyerek Mûsâ’nın isteğini reddeder; Tanrı onun yüreğini katılaştırdığı için İsrâiloğulları’nı bırakmaz. Ancak bu tutumu yüzünden çeşitli musibetler zuhur edince onları serbest bırakmak zorunda kalır; fakat daha sonra İsrâiloğulları’nın peşine düşer ve denizde ordusuyla birlikte boğulur.
Ahd-i Atîk’te Hz. Dâvûd’un çağdaşı (I. Krallar, II/15-22) ve Hz. Süleyman’ın kayınpederi (I. Krallar, 3/1) olan firavunlardan da bahsedilmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de firavun kelimesi sadece Hz. Mûsâ dönemindeki Mısır kralını ifade etmekte olup Yûsuf devrindeki kral için “rab” ve “melik” kelimeleri kullanılmaktadır (Yûsuf 12/41-43, 50). Kur’an’da yetmiş dört yerde geçen Firavun Hz. Mûsâ’nın karşısında yer alan, büyüklük taslayan, böbürlenen, ilâhlık iddiasında bulunacak kadar kendini beğenen, Mûsâ’nın tanrısına ulaşmak için kuleler yaptıracak kadar taşkınlık gösteren, halkını küçümseyip zayıfları ezen, gerçeklere sırt çeviren bir kral olarak tasvir edilmektedir. Çeşitli âyetlerin, Firavun’u fert olarak ele almaktan çok onu erkânıyla birlikte zikretmesi dikkat çekicidir. Birçok âyette Firavun’un ailesi (âl-i Fir‘avn), avenesi (mele’), kavmi ve askerleriyle (cünûd) birlikte anılması (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “firʿavn” md.) onun tek bir kişi olmaktan ziyade bir sembol olarak takdim edildiğini göstermektedir. Mûsâ insanlık tarihinde hak, adalet ve sağduyuyu temsil eden nübüvvet zincirinin bir halkasını oluştururken Firavun, Kārûn, Hâmân ve taraftarları bunun karşısında yer alan bir zihniyeti temsil etmektedirler. Bu anlayışın daha önceki temsilcileri Nûh, Âd, Semûd ve Lût kavimleri, Eykeliler, Res ashabı ve Tübba‘ milletidir (bk. Âl-i İmrân 3/11; el-Enfâl 8/52-54; el-Furkān 25/38; Sâd 38/12-13; Kāf 50/12). Hz. Mûsâ’nın tebliği sadece Firavun’a değil onun etrafında bulunan kişilere de yönelik olmuştur. Kur’an, bunların zaman zaman Firavun’u Mûsâ ve ashabına karşı kışkırttıklarını haber vermekte (el-A‘râf 7/127), bunların kötü âkıbetlerini örnek olarak göstermektedir (el-Enfâl 8/52, 54).
Allah’ın elçisini dinlememesi, ona karşı gelmesi sebebiyle Firavun ve ailesi yıllarca kıtlık ve ürün azlığıyla imtihan edilmiş (el-A‘râf 7/130), üzerlerine tûfan, çekirge, haşerat, kurbağalar ve kan gönderilmiştir (el-A‘râf 7/133). Firavun ve kavminin yaptıkları ve yükselttikleri şeyler yıkılmış (el-A‘râf 7/137), Firavun ve beraberindekiler denizde boğulmuştur (el-Bakara 2/50; el-A‘râf 7/136; el-Enfâl 8/54). Firavun boğulmak üzere iken iman etmiş, fakat imanı kabul edilmemiştir (Yûnus 10/90). Onun cesedi daha sonra gelenlere bir ibret olmak üzere saklanmıştır (Yûnus 10/92). Mısır’da firavunların cesetleri mumyalanmak suretiyle muhafaza edilmekte idi. Âyetten denizde boğulan bu Firavun’un cesedinin mumyalanmadan, bir mûcize eseri korunmuş olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Cebelein mevkiinde, mumyalanmadığı halde hiç bozulmamış bir ceset bulunmuştur. British Museum’da muhafaza edilen bu cesedin en az 3000 yıllık olduğu tesbit edilmiştir (Ediz, s. 1-4). Hz. Mûsâ’yı evlâtlık olarak alan Firavun’un karısı ise iman etmiştir (el-Kasas 28/9; et-Tahrîm 66/11).
Hadislerde Firavun’dan, eşi Âsiye’nin üstün bir kadın oluşu ve ayrıca Medine yahudilerinin, âşûrâ gününü Mûsâ ile İsrâiloğulları’nın Firavun’dan kurtuldukları gün olarak kabul etmeleri sebebiyle bahsedilmektedir (Buhârî, “Enbiyâʾ”, 32, “Eṭʿime”, 25, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 52, “Tefsîrü’l-Ḳurʾân”, 10/1, 20/2).
Tarih, tefsir ve kısas-ı enbiyâ kitaplarında özellikle Hz. Mûsâ dönemi firavunuyla ilgili pek çok rivayet yer almaktadır. Bu rivayetlere göre firavun Amâlika krallarının unvanıdır. Hz. Yûsuf zamanında yaşayan firavunun adı Reyyân b. Velîd’dir. Bu firavun Yûsuf vasıtasıyla iman etmiştir (Sa‘lebî, s. 128). Reyyân’dan sonra yerine Kābûs b. Mus‘ab geçmiş, fakat iman etmemiştir; Hz. Yûsuf onun saltanatı döneminde vefat etmiştir. Kābûs’un yerine geçen Ebü’l-Abbas b. Velîd firavunlar içinde en zalimi ve katı yüreklisidir. Hz. Mûsâ’nın mücadele ettiği firavun da budur (Taberî, Târîḫ, I, 387; Elmalılı, I, 347). Rivayete göre bu firavun rüyasında, Beytülmakdis’ten çıkan bir ateşin Mısırlılar’ı ve evlerini yaktığını görmüş, müneccim ve rüya tabircilerinin yorumları üzerine İsrâiloğulları’nın yeni doğan erkek çocuklarının öldürülmesini emretmiştir. Mûsâ ile Firavun arasındaki mücadelenin ayrıntılarıyla anlatıldığı bu rivayetlere göre, Mûsâ önderliğindeki İsrâiloğulları denizi aştıktan sonra Cebrâil bir kısrak üzerinde Firavun ordusunun önünden denizdeki yola girer; Firavun ve ordusu da onu takip eder. Firavun boğulmak üzere iken, “Gerçekten İsrâiloğulları’nın inandığından başka tanrı olmadığına inandım, ben de müslümanlardanım” diyerek tövbe eder (Yûnus 10/90); ancak tövbesi kabul edilmez.
Firavun’un son nefesinde iman edişinin geçerli olup olmadığı hususunda ileri sürülen görüşleri üç grup halinde özetlemek mümkündür. Birinci gruba göre Firavun’un imanı geçerlidir. Bu görüşü benimseyenler içinde Bâkıllânî ve Devvânî gibi bazı kelâm âlimleri varsa da asıl savunucusu Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve onun ekolünü devam ettiren Kâşânî, Dâvûd-i Kayserî, Yâkub Han, Abdullah Bosnevî, Abdülganî en-Nablusî, Abdülmecid Sivâsî, Ahmet Avni Konuk gibi sûfîmeşrep âlim ve şârihler olmuştur. İbnü’l-Arabî’nin eserlerinde bu hususta birbirine zıt ifadelere rastlanmaktadır. Meselâ el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye’de Firavun ve Nemrûd ebedî cehennemlikler içinde sayılırken (I, 301-302) yine aynı eserde (II, 410) ve Fuṣûṣü’l-ḥikem’de onun hâlis bir imanla inandığı, “tâhir ve mutahhar” olarak ruhunun kabzedildiği ileri sürülmektedir (Abdürrezzâk el-Kâşânî, s. 309). Bu görüşü desteklemek üzere Celâleddin ed-Devvânî, Akşehirli Hasan Fehmi Efendi (Osmanlı Müellifleri, I, 216) ve İbnü’l-Vefâ Muslihuddin Mustafa (Mecdî, s. 252) tarafından müstakil risâleler yazılmıştır. Bunların içinde Devvânî’nin Risâle fî îmâni Firʿavn adlı eseri meşhurdur. Türkiye kütüphanelerinde birçok yazma nüshası bulunan risâle (meselâ bk. Süleymaniye Ktp., Reîsülküttâb Mustafa Efendi, nr. 00472, Pertevniyal Sultan, nr. 929; Nuruosmaniye Ktp., nr. 4356; Beyazıt Devlet Ktp., nr. 5999; Adıyaman İl Halk Ktp., nr. 0033; Râşid Efendi Ktp., nr. 241; Kütahya Tavşanlı Zeytinoğlu İlçe Halk Ktp., nr. 216), Yûnus sûresinin 90. âyetinin tefsiri niteliğindedir. Müellif burada, İbnü’l-Arabî’nin söz konusu görüşü sebebiyle küfre düştüğünü ileri süren iddialarla karşılaştığını, çok saygı duyduğu şeyhe dil uzatanları red için bu risâleyi yazdığını kaydeder. Devvânî eserinde İslâm ulemâsının Firavun’un imanı konusunda ihtilâfa düştüğünü, ancak onun imanının geçerli sayıldığını söyleyenlerin haklı olduğunu kaydeder ve bu kanaatini aklî ve naklî delillerle ispat etmeye çalışır. Naklî delil olarak, Allah’ın rahmetinden ümit kesilemeyeceğini, O’nun tövbeleri kabul edici olduğunu, Firavun’un küfrüne açıkça delâlet eden âyet bulunmadığını, aksine ikrarını ifade eden âyetin mevcut olduğunu (Yûnus 10/90) ve Hz. Peygamber’in, “lâ ilâhe illallah” diyen herkesin cennete gireceğini müjdelediği hadisini (Buhârî, “Libâs”, 24) göstermektedir. Firavun’un imanı konusunda asıl delil getirmesi gerekenlerin küfrünü ileri sürenler olduğunu belirten Devvânî, dince makbul sayılmayan imanın (yeis imanı) kıyametin kopması anındaki iman olduğunu söylemekte, şeyhine karşı çıkanların Allah’ın rahmetini daraltmaya çalıştıklarını ve ondan ümit kesmeye sebep olduklarını ifade etmektedir.
İkinci görüş sahipleri, yeis halindeki imanı geçerli saymayan ve Firavun’un boğulması esnasındaki ikrarını da bu şekilde mütalaa eden âlimlerdir. Ali el-Kārî, Devvânî’nin söylediğinin aksine bu konunun ihtilâflı meselelerden olmadığını, çünkü İbnü’l-Arabî dışında bütün ulemânın onun küfrü üzerinde ittifak ettiğini kaydetmektedir (Ferrü’l-ʿavn, s. 120). Bu görüşü savunanların başında Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (vr. 331a), Kurtubî (VIII, 378), Fahreddin er-Râzî (XVII, 154-155), Abdülvehhâb eş-Şa‘rânî (I, 13) gibi âlimler gelmektedir. Bu konuda İznikli Kutbüddinzâde Muhammed (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 4223), Ebüssuûd Efendi (Süleymaniye Ktp., Pertevniyal Sultan, nr. 930), İbn Kemal (Âtıf Efendi Ktp., nr. 2785; Amasya Beyazıt Ktp., nr. 0069), Sıbt el-Mersafî (Millet Ktp., Feyzullah Efendi, nr. 2140), Muhammed b. Muhammed el-Gumrî (Âtıf Efendi Ktp., nr. 1778; İzmir Millî Ktp., Yazmalar, nr. 00173) ve Ali el-Kārî (Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 1809/3; Süleymaniye Ktp., Antalya [Tekelioğlu], nr. 913; Râşid Efendi Ktp., nr. 00328) tarafından müstakil risâleler yazılmıştır. Bunlardan Sıbt el-Mersafî ile Ali el-Kārî’nin risâleleri Celâleddin ed-Devvânî’nin konuyla ilgili risâlesine reddiye olarak kaleme alınmıştır. Bu risâleler içinde en meşhuru, Ali el-Kārî’nin Ferrü’l-ʿavn min müddeʿî îmâni Firʿavn adlı eseri olup İstanbul (1294/1877) ve Kahire’de (1383/1964) basılmıştır. Müellif bu risâlede, kendi ifadesine göre “Kitap, Sünnet ve ümmetin icmâına muhalif görüşleri savunan” Celâleddin ed-Devvânî’nin ileri sürdüğü aklî ve naklî delilleri reddetmekte ve Firavun’un küfür üzere öldüğünü kanıtlamaya çalışmaktadır.
Üçüncü görüş sahipleri, Firavun’un imanı konusunda kesin bir hüküm vermeyip onun mümin veya kâfir olarak öldüğüne açıkça delâlet eden bir nassın bulunmadığını ileri sürenlerdir. Bu âlimlerin başında Fuṣûṣ sârihlerinden Sofyalı Bâlî Efendi gelmektedir. Bâlî Efendi, İbnü’l-Arabî’nin el-Fütûḥât’ta yer alan, “Ebedî cehennemlikler dört zümredir; bunlardan biri Allah’a karşı kibirlenen, nefsinde tanrılık iddia eden Firavun ve Nemrûd gibilerdir” (I, 301-302) sözlerini ve Fuṣûṣ’ta onun durumunu Allah’a havale eden ifadeyi (ve’l-emru fîhi ilallah) delil göstererek (Şerḥu’l-Fuṣûṣ, s. 416) bu konuda İbnü’l-Arabî’nin kesin bir şey söylemediğini ileri sürmekte, ona atfedilen, “Firavun tâhir ve mutahhar olarak ölmüştür” sözünün iftira ve yaygın bir hata olduğunu, bunun şeyhin ruhaniyetinden feyiz alamamış şârihlerin kelâmından kaynaklandığını belirtmektedir (a.g.e., s. 395). Son dönem Fuṣûṣ şârihlerinden Ahmet Avni Konuk ise Bâlî Efendi’nin bu iddiasına karşı çıkarak onun beş madde halinde açıkladığı delilleri cevaplandırmakta ve Firavun’un imanının geçerli olduğunu vurgulamaktadır (Fusûsü’l-hikem Tercüme ve Şerhi, IV, 152-156). Ancak başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere elde mevcut delillerden, ayrıca ana prensipler ve çeşitli âlimler tarafından ileri sürülen fikirlerden çıkarılabilecek son hüküm Firavun’un imanının sahih olmadığı yönündedir.
Kaynakça: https://islamansiklopedisi.org.tr